10 Kasım 2015 Salı

Bir annenin evlenecek kızına nasihati


İslam tarihinde güzel sözleri ve hitabetleriyle tarihe geçmiş bazı hanımlar vardır. Bunlardan biri olan Ümâme bint-i Hâris’in, kızını evlendireceği zaman verdiği nasihat de böyledir. Aradan geçen zamana rağmen değeri azalmayan bu tavsiyeler bizim de kulağımıza küpe olsun..


Bak güzel kızım! Nasihat, bir kimsenin edep, terbiye, asalet ve haysiyetine bakılarak verilecek olsaydı, benim sana nasihatte bulunmama gerek olmazdı. 

Lakin tavsiye, bilene hatırlatma, bilmeyene ise öğretmeye denilir. Bu nedenle nasihat herkes için faydalıdır. 

Sevgili kızım! Eğer bir kız, anne babasının maddi durumu sayesinde kocaya muhtaç olmasaydı, senin de evlenmene gerek olmazdı. Fakat böyle değildir. Zira erkekler kadınlar için yaratıldığı gibi kadınlar da erkekler için yaratılmıştır. 

Sen anne ve babanın evinden, bilmediğin, alışmadığın bir kimsenin evine gitmek üzeresin. O halde yanına gideceğin kimsenin senden memnun olmasına önem ver. Onun mutlu olması için hizmetini gör ki, o da seni sevsin ve mutlu olman için elinden ne geliyorsa yapsın.

Sana on hususta tavsiyelerde bulunacağım. Bunları iyice öğrenip gereğince hareket et ki, kocanla güzel geçinmeye muvaffak olasın: 

Birincisi: Eve yiyecek veya giyecek her ne getirirse onu cân u gönülden kabul et, güzel sözler söyle. 

İkincisi: İstediği şeyleri yap, yapma dediği şeyleri de yapma. Sözünü dinle, karşı gelme. 

Üçüncüsü: Üstünü-başını ve evini temiz tutmaya dikkat et.

Dördüncüsü: Kötü kokulu veya iğrendirici şeylerden kaçın ki, kocanın gözünden düşme. 

Beşincisi: Kocanın yemek ve uyku saatlerini öğren, hangi vakitte alışkanlık hâline getirmişse, o vakitlerde sofranı ve yatağını hazırla. Çünkü açlık insanı ateşlendirir, uykusuzluk öfkelendirir.

Altıncısı: Kocanın malını muhâfaza et, israf ve ziyan etme. 

Yedincisi: Kocanın saygınlığını düşün, onun akraba ve dostlarına hürmetli davran.

Sekizincisi: Hiçbir şeyde ona isyan ve muhâlefet etme. Eğer ona karşı gelirsen sana kin tutar. 

Dokuzuncusu: Aile sırrını kimseye ifşâ etme. Eğer sırrını saklamazsan öfkesinden emin olamazsın. 

Onuncusu: Kızım, kocanın üzüntü ve sevincini paylaş. Kederli iken yanında neşeli durma, neşeliyken de yüzünü asma! Bu aranızdaki muhabbeti azaltır.*

Kaynak: İslami Hayat Dergisi

7 Kasım 2015 Cumartesi

Dualarımız nasıl kabul olur? İşte cevabı


Nureddin Yıldız Hocaefendi, 'dua'nın hikmetini ve Yüce Allah'tan bir şey istemenin yollarını açıklıyor..


Hatalarından dönmek için henüz vakit var

"Allah, Sizi Bir Za'ftan Yarattı"

Tevbe ‘dönmek’tir; kesin bir kararlılıkla günahtan dönmek, hatadan pişmanlık duyup vazgeçmektir. Zayıftır, acizdir insan.. Zaaflarının ve aczinin farkında ise, hataları sebebiyle Allah'a sığınır, bir daha aynı hataya düşmemek için O'na söz verir ve bunun için O’ndan yardım diler.


İnsan işlediği günah için tevbe etse, ardından gaflete kapılıp aynı günahı tekrar işlese de Allah’ın rahmeti sonsuzdur. Bu kucaklayıcı rahmeti nedeniyle defalarca tevbesini bozmuş da olsa, insan gerçekten nasuh/kesin bir tevbe ile Rabbine sığınabilir.
 
"Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir." Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. (Zümer Suresi, 53-54) buyurur Allah ve biz kullarını sonsuz rahmetiyle müjdeler.
 
Pişmanlığın getirdiği içli bir ruh haliyle bağışlanma dilemek ve tevbe etmek, kulluğun en katıksız ifadelerindendir. Tevbe, insanın sonsuz kurtuluşu için kapanmayan bir rahmet kapısıdır.
 
Allah kulları üzerine rahmeti yazar. İman etmemek için direnen kullarını da elçileriyle ve Katından indirdiği kitaplarıyla sürekli doğru yola çağırır. Allah'ın günahları bağışlayan ve tevbeleri kabul eden olması, insanların cezalarını ertelemesi ve onlara hayatları boyunca her an yeni fırsatlar tanıması, çok büyük rahmettir. Eğer insanlar günahları nedeniyle hemen cezalandırılsalardı, Kur'an'ın da haber verdiği üzere yeryüzünde canlı hiçbir varlık kalmazdı.
 
Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilir ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61)
 
Allah’tan uzak yaşayan insan, hata yaptığında hatayı düzeltmek yerine, ömrünün sonuna kadar bu suçluluk duygusuyla yaşamayı seçer. İşte bu şirke dayalı şeytani bir pişmanlık duygusudur. “Eğer şöyle yapsaydım, böyle olmazdı” gibi anlamsız sözler söyleyip, üzüntü, stres, korku gibi duygulara kapılmak yersizdir. Allah’tan razı olmalı ve O’nun her olayı hayırla yarattığının bilincine varmalıdır.
 
Yaşadığımız her şey kaderde hayırla yaratılmıştır. Yapmamız gereken Allah’a sığınmak, yapılan hata için bağışlanma dilemek, samimi tevbe etmek, bir daha o günahı işlemeyecğimize dair Allah’a söz vermek ve bunun için O’ndan yardım dilemektir.
 
Allah sonsuz merhamet sahibidir ancak kabul etmeyeceği bir tevbe de vardır. Ölüm anı geldiğinde samimiyetsizce yapılan tevbe... Firavun gibi...
 
Allah’ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18)
 
Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir ve tevbe etmemiz gerekiyorsa, karşımıza bir olay çıkarır ve tevbe ederiz. Allah ne yaptırmak isterse, ona uygun bir durum yaratır; tümü Allah'ın rahmetindendir, böylelikle arınırız.
 
Nefsimizin bencil ve haris duygularından sıyrılmalı, tutkularımızdan arınmalıyız. Hatamız olmuşsa, geç olmadan hemen tevbe etmeliyiz. Kolumuzda kesik varsa, yara bandına bakmak yerine, hemen yaraya yapıştırmalıyız.

6 Kasım 2015 Cuma

Bilinmeyen Osmanlı


– 600 yıllık Osmanlı Devletin de, çoğu zaman zenginlerin zekat ve sadaka verecek fakir insan bulamadıklarını biliyor muydunuz?

– Osmanlı Devletin de adeletin en temel prensip olduğunu ve Fatih Sultan Mehmet Han’ın, bir yahudi tüccarın kolunu haksız yere kestirdiği için, aynı cezaya mahkum olduğunu ve son anda tacirin bu hakkından vaz geçmesi sonucu kolunu kesilmekten kurtarabildiğini biliyor muydunuz?

– Osmanlı Devletinin küçük bir beylikten, 10 milyon km kare genişliğinde bir toprak büyüklüğüne ulaştığını biliyor muydunuz?

– Osmanlı da örf ve adet kelimesinin hayat nizamı yerine kullanıldığını, ve herşeyin edep ve adap çerçevesinde yapıldığını biliyor muydunuz?

– Osmanlı Devletinin fetih yaptığı hiç bir bölgede kadın, çocuk, yaşlı ve kendisine karşı savaşmayan hiç bir kimsenin kılına bile zarar vermediğini biliyor muydunuz?

– 600 Yıllık devlet hayatı boyunca, hiç bir vatandaşının inancına karışmadığını ve herkesi kendi inancında özgür bıraktığını biliyor muydunuz?

– II. Abdülhamid Han’ın, o gün Osmanlı toprağı olan, bugün işgal altındaki Filistin topraklarını satın almak isteyen ve bunun karşılığında tüm Osmanlı Devletinin borçlarını ödemeyi taahhüt eden Yahudilere bu toprakları satmadığını biliyor muydunuz?

– Ardından gelen ve 2. Abdülhamid Han’ın tahtan indirilmesine sebep olan 31 Mart ayaklanmasının bir çapulcu ayaklanması olduğunu ve işi organize edenlerin içinde Yahudilerin de olduğunu biliyor muydunuz?

20 Eylül 2015 Pazar

Tesbit



Üstteki resim, brezilyalı bir ajansın anlamlı reklamı imiş: Bir kitap film olduğunda hikayenin büyük bir kısmı kaybolur adlı çalışması. Ne kadar da doğru bir tesbit!

19 Eylül 2015 Cumartesi

Rain and Gloom



Biraz yağmur yeterdi,
hüznü bastırmaya...
Gözümüze kaçan tozun haddi hesabı yok çünkü...


A little rain would be enough , 
suppress dust escaping our eyes sadness ..
because no incalculable ..

Yetmez mi?



Asr-ı saadetteki muhteşem hadiselerden duygulanan bir genç:
-"Keşke Peygamberimiz'in (sav) devesi olsaydım" deyince,
Ali Suad atılmış:
- Ümmeti olman yetmiyor mu? 

18 Eylül 2015 Cuma

25 Haziran 2015 Perşembe

Osmanlı da Ramazan

Sultan 2. Mahmut devrinin şeyhülislamlarından el açıklığı, kibarlığı ve cömertliğiyle bilinen Dürrizade Abdullah Mola’nın konağında verilen iftarlar da şehrin dilindedir. Şeyhülislamın iftar sofraları hakkındaki methiyeler 2. Mahmut’un da kulağına gelmiş; sultan da anlatılanları pek mübalağalı bulduğunu söylemiştir. Fakat sultanın aklına takılmış olmalı ki, bir gün maiyetiyle birlikte dolaşırken iftar vakti Abdullah Molla’nın Doğancılar’daki konağına giriverir. Başta sultan olmak üzere böylesi bir kalabalığın konağa gelmesiyle telaşa kapılan kahya ve uşaklar ne yapacaklarını şaşırırlar. Dürrizade, çalışanları teskin eder, ardından yemekler yenir. Sultan, yemeklerin nefasetini takdir ettiği gibi yemek kaplarının da çok zarif olduğunu söyler; yalnız hoşafın kabının diğerleri gibi müzeyyen olmadığını ifade eder. Dürrizade ise, “Kulunuz, hoşafın lezzetini bozmasın diye buz hoşafın içine attırmıyorum. Buzdan kase yaptırıp hoşafı içine koyduruyorum; bu sebeple kase pek müzeyyen değildir” der. Sultan, kasenin buzdan yapıldığını anlamadığı için “Pek utandım” demiş ve Dürrizade’ye “Sizin aşçı pek mahir; istersen sizin aşçı ile bizimkini değiştirelim” diye iltifat eder.

İstanbul işgal altındaydı...


Bir hanımefendi diyor ki;
1919 yılı idi. İstanbul baştan aşağı İngilizlerin işgali altındaydı. Liseyi yeni bitirmiştim. Güzel bir kızdım. Dünür gelmeye başladılar. Biri avukatmış. Gösterdiler uzaktan, boylu poslu yakışıklı bir delikanlıydı, beğendim. Nişanlandık.
Nişanlımı seviyordum. Mutlu bir yuva kurmak hevesi ile lamba ışığının altında sabahlara kadar oyalar örüyor, çeyizler hazırlıyordum.
Ama çok geçmedi ki mahallede bir dedikodu yayıldı.(Ayşe’nin nişanlısı avukat değilmiş, ipsizin biriymiş, üstelik cami önlerinden tabut taşıyarak karnını doyuruyormuş) dediler. Alt üst oldum. Babam götürdü, uzaktan izledik, gerçekten de tabut taşıyordu… Yıkıldım. Nişanı atıp, ayrıldık.
Aradan 5 yıl geçti. Evlenmiştim, Bir de çocuğum olmuştu. 1924 yılıydı. Artık ülkemiz özgürdü. Bir gün Beyoğlu’nda rastladım ona. Oğlum yanımdaydı. Beni görünce titredi, çeketini düğmeledi. Saygı göstererek durdu önümde.
Vaktiniz varsa size bir çay ikram etmek isterim, dedi.
Olur, dedim. 
Bir büroya girdik. Burası bir avukatlık bürosuydu ve kapıda adı yazıyordu. İçerde yardımcıları çalışıyordu.
Siz gerçekten avukat mısınız, dedim.
Evet, dedi.
Peki, avukatsınız da neden cami önlerinden tabut taşıyordunuz, diye sordum.
Durdu, başı öne eğildi.
BENİ AFFEDİN, DEDİ. İSTANBUL İŞGAL ALTINDAYDI. HER TARAF İNGİLİZ ASKERİ KAYNIYORDU. HER ŞEYİ DİDİK DİDİK ARIYORLARDI. BİZ DE ANADOLU’YA, MİLLİ KUVVETLERE ANCAK, CENAZE SÜSÜ VEREREK TABUTLARLA SİLAH KAÇIRIYORDUK. BU ÜLKE İÇİN HAYATİ BİR İŞTİ. BUNU SİZE BİLE SÖYLEYEMEZDİM.

19 Şubat 2015 Perşembe

Gözlerinizi, zalimlere ve yardımcılarına bakarak doyurmayınız

SAİD BİN MÜSEYYİB (radiyallahü anh) Buyurdu ki:
“Gözlerinizi, zalimlere ve yardımcılarına bakarak doyurmayınız! Zâhirde kabûl gözü ile baksanız bile, kalbinizde inkâr dursun. Böyle yapınız ki, iyi ameliniz boşa gitmesin.”

13 Ocak 2015 Salı

8 Ocak 2015 Perşembe

Komşularımızı tanımaz olduk


Yan komşumuzu bile tanımaz olduk...
Sanki İlkokulda komşudan bir onluk almaya giden o çocuk biz değildik.. 
Bekir Develi