19 Mayıs 2014 Pazartesi

Eviniz boş kaldığında, yuvanızı keşfe çıkın



Mahalle… O bildik yüzü ile, alışılmış telaşı ile karşılıyor beni… Sessizce içine alıyor, kucaklıyor. Köfteci köşede, karpuzcu onun karşısında. Pazar sokağı boş; tezgahlar kenarlara savrulmuş, bekliyor. Eksiği yok gibi duruyor; bir benim bildiğim eksiğin eksikliğini çekmesini bekleyemem elbet! Evim az ötede; perdeleri çekili. İçeride ışık yok, içeride ışığa ihtiyaç duyan yok.

Yansa bile boşluğa düşecek huzmeler. Yetim kalmış eşyaları kendileriyle yüzleştirecekler, belki de ağlatacaklar. Işığın vurduğu yerde bana yeni aydınlıklar sunacak yüzler yok.

Kapıdayım. Zile basmam gerekmiyor. Zilin sesine ses verecek yok. “Kim o?” diyenim yok. Adımın ve sesimin yankılanmasına derinliğini bilemediğim ama varlığından emin olduğum tanımsız bir sevinçle karşılık verecek yok. Kapının arkasında bekleyenim yok. Önünde beklemek ile arkasına geçmek arasında pek fark yok. Kapalı kalsa ne gam! Açmaya değmeyen kapıdan daha büyük duvar var mı ki?

Anahtar elimde. Kendim çeviriyorum. Bana açılmıyor kapı. Ben açıyorum kapıyı. Ben açılıyorum kapıya. Sessiz ve loş koridor. Ses yok; tanıdık yüzler eksik, beklediğim gürültü tükenmiş, alıştığım uğultu alıp başını gitmiş. “Baba bana ne aldın?” diyen bıktırıcı ses bile terk etmiş kapının arkasını. Ayakkabımı çıkarmama bile fırsat vermeyen, apansız boynuma atılan sabırsızlıkların yerinde yeller esiyor.

Mutfağın tıkırtısı kesilmiş. Koku gelmiyor içeriden. Ocak sönmüş; tencereler kenarda bekliyor, tabaklar pek uslu duruyor. İçeride kocaman bir boşluk; sanki ağız olmuş sustukça konuşuyor, konuştukça sus(tur)uyor. Çöp kutusu boş. Kocaman bir hiçliğin, hep dolu gördüğüm için hesap etmeye fırsat bulamadığım o tuhaf boşluğun sözcüsü olmuş. Konuşuyor boş çöp kutusu. Dolu dolu bağırıyor hiç çekilmeyen çekmeceler. Hiç kirlenmeyen tezgah, hiç akıtılmayan musluk, hiç kırışmayan kilim ve yerinden hiç kaymayan sehpa örtüsü, hayatın nabzının çekildiğini haykırıyor dört duvar arasından. Eşyanın ruhu çekilmiş. Pencere pervazlarında çocuk bakışının ışıkları eksik. Kapı aralarından aşina kadın sesi sızmıyor. Koridor daha da daralmış, darlanmış. Canı çekilmiş odaların, yastıkların beyin ölümü gerçekleşmiş. Aynaların yüzü solgun; bakanı yok. Hiç dokunulmamış diş fırçası içimin içinde bir yerlere dokunuyor. Hiç erimeyen sabun gizli sızılarımı köpürtüyor.

Bisikletler köşelerine çekilmişler; boyunları bükük, pedalları suskun. Giyilmeyen küçük terlikler ağlıyor gibi, minik ayakların dokunuşuna hasretler. Buzdolabındaki çikolatalar değecek dudaklar arıyorlar kendilerine. Derin dondurucuda eriyeceği aşklarını özlüyor dondurmalar. Ayakkabılık rahatlamışa benziyor, kalabalığı başından savmış, sakinleşmiş. Çok giyilen ayakkabılar alıp başlarını gitmişler. İçindeki ayaklar başka yerlere basıyorlar, uzak yollara koşuyorlar.

Bilgisayarın tuşlarına dokunurken omuzlarıma çıkan, “bana yesim göstey baba!” engellemesinden kurtuldum. Bu “kurtuluş”un esiriyim şimdi. Omzuma apansız yaslanan o beklenmedik ağırlığın yokluğu çökertiyor omuzlarımı. Seccademin tam orta yerine uzanıp secdelerimi engellemeye çalışan minik bedenin bıraktığı boşluğa koyuyorum alnımı. Boşluğa düşüyor gözlerim. Sabah ayaklarıma dolanan, kapıdan çıkışımı sonu gelmez bir törene dönüştüren o ses yok. Hiç sırası değilken, “Baba, haydi gezmeye gidelim!” diyen ses yok.

Eşim ve çocuklarım bir süreliğine şehir dışında. Acıyla anlıyorum ki, benim varlığım doldurmaya yetmiyor evi. Eşim ve çocuklarımın çekilmesiyle ortaya çıkan o boşluğun çok az bir kısmına denk geliyor cismim. Varlığım “ev”i “yuva” yapmaya yetmiyor. “Ev”i “yuva” yapan o görülmez boşluğun boyutlarını ölçmeye başlıyorum şimdi. Ölçü birimim Sueda Zeynep, Mustafa Ahmed, Mehmed Furkan ve Semine… Onların sıcak ve enis yüzlerince ölçüyorum o boşluğun yüz ölçümünü. Onların seslerinin yankılanmasıyla tahmin ediyorum o boşluğun nerelere kadar uzandığını. Onların hasretlerinin göğsümdeki ağırlığı ile tartıyorum o boşluğun havasını.

“Evim” onlarsız da oluyor ama onların uzaklığınca uzak kalıyorum “yuvam”a. “Evim” onların yokluğunda da ayakta duruyor ama “yuvam” onların kıyılarımdan çekilerek açtığı o derin uçurumun dibinde bekliyor.

Tecrübemle sabit olmuş tavsiyemdir: Bir gün “ev”iniz boş kaldığında, “yuva”nızı keşfe çıkın. Doğrudur; taştan ve demirden yapılır evler; kolayca da bulunur onlar. Ama yuvalar çocuk cıvıltılarının ninnisiyle, kadın dokunuşunun sıcaklığı ile inşa edilir. Kolayca kaybedilir onlar; kolay kolay bulunmazlar…

Senai Demirci

17 Mayıs 2014 Cumartesi

KARI KOCAYA CENNETİ KAZANDIRAN ANLAYIŞ NEDİR?



UZUN DEMEDEN OKUYUNUZ LÜTFEN...

Dinin yol göstericiliğinden istifade etmeyi isteyen aileler, mutlu olur, huzurlu olur, başkalarının şöyle ya da böyle bir hayat içinde oluşları onların mutluluk ve huzurlarına gölge düşüremez.

Çünkü dindarlar dini ölçülerle bakarlar hayatlarına. Din ise mutlu kılacak, mesut edecek anlayışlar sunar kendilerine. İsterseniz geçmiş eserlerden bazı misallerle bakalım aile hayatı anlayışına. Görelim, onlar aileyi ne türlü bir (kader) anlayışıyla ayakta tutmuşlar, nasıl bir muhakeme ve mantıkla yuvalarını yıkılmaktan korumuş, örnek olmuşlar?

Asmaî anlatıyor:

Çölde gidiyordum. Bir çadırın önünde karı koca gördüm. Hanım dış görünüş bakımından güzel, adam ise çirkin, hem de fakir. Yaklaşıp imtihan yollu bir soru sormak istedim.

Dedim ki:

-Hanımefendi, ne şanssız biriymişsin sen. Baksana böylesine bir güzelliğe sahipken böylesine çirkin ve fakir birine düşmüşsün!

Kadın dudaklarını bükerek bana şöyle acı acı baktıktan sonra dedi ki:

-Sen ne kötü adammışsın ki böyle yuvamızı yıkacak sözler söylüyorsun. Bilmiyor musun ki benim evliliğimde bütün selahiyet benim elimde değildir. Kaderin hissesi vardır. Kader ise asla zulmetmez. Böyle hükmetmişse münasip olanı böyledir. Sen diyebilir misin, ?Hanım, kader bu adamla evlendirmiş; ama yanlış yapmış, sana zulmetmiş?

Asmaî diyor ki:

-Diyemem dedim. Kaderin zulmettiğini söyleyemem. Elbette kader adildir. Hükmünde zulüm olmaz.

Öyle ise dedi söyle bakalım.

-Gerçekten de ben iyi biriysem beyimin de iyi biri olması muhtemeldir ki, kader benim gibi iyi birini nasip eylemiş ona. Doğru değil mi bu?

Hanım, bundan sonra da şunları ilave eder sözlerine:

-Şimdi bana düşen, kaderin yazdığı bu yazıya razı olup müşterek hayatımızı cenneti kazanacak şekilde yaşamaktır. Ben beyimdeki olumsuzluklara sabredersem, beyim de benim gibi iyi birine sahip olduğundan dolayı şükrederse, ikimiz de cenneti kazanmış oluruz. Cennet kazandıran evlilikten daha güzel ne olabilir?

Asmaî bunları anlattıktan sonra diyor ki:

-Yuvayı dişi kuş yapar, derler. Ben buna gönülden inandım. Çadırın önündeki bu hanım öylesine bir yuva yapma dersi verdi ki ömür boyu unutamam onun sözlerini.

Evet, Müslümanlarda evliliğe bakış böyle şekillenir.

Böylesine bir sağlam inanç ve anlayıştan sonra yıkılır mı aile? Medya ne kadar cazip görüntüler sergilerse sergilesin. Kötü kimseler ne türlü telkinde bulunursa bulunsun.

Burada Batılıların itirafları geliyor aklımıza.

Diyorlar ki:

-Müslüman toplumda aile çok sağlam, nesil de kolay kolay bozulmuyor bu yüzden.

Evet, bütün mesele bizi biz yapan kültürümüze bağlı kalıp ailemizi ayakta tutan ölçülerimize sadık oluşumuzda.

* İsterseniz bir de aile içinde beyin anlayışından bir örnek sunalım!

Bunu da Ebülleys anlatıyor:

Alimin birinin hanımının çenesi çok düşük, kendisi de beceriksizdi. Ona:

-Ne tutuyorsun bunu, bırak gitsin; dediler.

Şöyle cevap verdi:

-Bırakırsam ikimiz de kaybederiz. O kaybeder. Çünkü benim gibi sabırlısını bulamaz. Ben kaybederim, çünkü sabrım sebebiyle kazandığım bu sevabı bulamam.

Bir ailenin hanımı öyle, beyi de böyle düşünürse elbette bu aile yıkılmaz, yuvasında yeller esmez. Asırlar boyu ayakta durur bütün menfi telkin ve teşviklere rağmen.