19 Ekim 2014 Pazar

Şair ruhlu hurdacı

Arap hurdacı;
"Hurda satın almak bahanemdir. Şehri sokak sokak seni bulmak için geziyorum"

17 Ekim 2014 Cuma

Günahlar hafızamızı köreltiyor!


Modern dünyanın keşmekeşinin içinde hafıza problemi yaşamamız pek de şaşırtıcı değil. Fakat gelin görün ki ilim ve irfanı asırları aşıp günümüze ulaşan İmam Şafiî gibi şahsiyetler bile kendi büyüklükleri nispetinde unutkanlıktan muzdarip. İmam-ı Şafiî kaleme aldığı bir şiirinde hocası Vekî’ b. Cerrah’a şöyle bir serzenişte bulunuyor: “Vekî’e hafızamın zayıflığını şikâyet etmiştim de; bana, günahtan uzak durmamı tavsiye etti, ilmin İlâhî nurlardan bir nur olduğunu, o nurun günahkâr olana verilmeyeceğini söyledi.” Kaynaklarda İmam-ı Şafiî Hazretleri’nin unutkanlığına sebep olan günahı için gözünün, yoldan geçen bir kadının topuğuna ilişmesi diye not düşülüyor. Sadece bu hassas örnek bile hafızayı körelten sebeplerin başında günahların geldiğini gösteriyor. Çünkü günah, bir virüs gibi kalbe sirayet edip şehevî hisleri tetikliyor. Cenâb-ı Hak bu sebeple, “Unuttuğun takdirde Allah’ı zikret.” (Kehf Sûresi 24. ayet) diye kullarına ikazda bulunuyor.

Allah Resûlü, “Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur.” buyuruyor. Efendimiz, Mevlâ’nın beyanını da naklediyor: “Kim Benim korkumdan dolayı harama bakmayı terk ederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar.” Gönüllerin Sultanı (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ali’ye hitap ettiği “Bakışın ilki senin ama ikincisi aleyhinedir.” sözüyle de bizi bakışın vereceği zarara karşı uyarıyor.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Eviniz boş kaldığında, yuvanızı keşfe çıkın



Mahalle… O bildik yüzü ile, alışılmış telaşı ile karşılıyor beni… Sessizce içine alıyor, kucaklıyor. Köfteci köşede, karpuzcu onun karşısında. Pazar sokağı boş; tezgahlar kenarlara savrulmuş, bekliyor. Eksiği yok gibi duruyor; bir benim bildiğim eksiğin eksikliğini çekmesini bekleyemem elbet! Evim az ötede; perdeleri çekili. İçeride ışık yok, içeride ışığa ihtiyaç duyan yok.

Yansa bile boşluğa düşecek huzmeler. Yetim kalmış eşyaları kendileriyle yüzleştirecekler, belki de ağlatacaklar. Işığın vurduğu yerde bana yeni aydınlıklar sunacak yüzler yok.

Kapıdayım. Zile basmam gerekmiyor. Zilin sesine ses verecek yok. “Kim o?” diyenim yok. Adımın ve sesimin yankılanmasına derinliğini bilemediğim ama varlığından emin olduğum tanımsız bir sevinçle karşılık verecek yok. Kapının arkasında bekleyenim yok. Önünde beklemek ile arkasına geçmek arasında pek fark yok. Kapalı kalsa ne gam! Açmaya değmeyen kapıdan daha büyük duvar var mı ki?

Anahtar elimde. Kendim çeviriyorum. Bana açılmıyor kapı. Ben açıyorum kapıyı. Ben açılıyorum kapıya. Sessiz ve loş koridor. Ses yok; tanıdık yüzler eksik, beklediğim gürültü tükenmiş, alıştığım uğultu alıp başını gitmiş. “Baba bana ne aldın?” diyen bıktırıcı ses bile terk etmiş kapının arkasını. Ayakkabımı çıkarmama bile fırsat vermeyen, apansız boynuma atılan sabırsızlıkların yerinde yeller esiyor.

Mutfağın tıkırtısı kesilmiş. Koku gelmiyor içeriden. Ocak sönmüş; tencereler kenarda bekliyor, tabaklar pek uslu duruyor. İçeride kocaman bir boşluk; sanki ağız olmuş sustukça konuşuyor, konuştukça sus(tur)uyor. Çöp kutusu boş. Kocaman bir hiçliğin, hep dolu gördüğüm için hesap etmeye fırsat bulamadığım o tuhaf boşluğun sözcüsü olmuş. Konuşuyor boş çöp kutusu. Dolu dolu bağırıyor hiç çekilmeyen çekmeceler. Hiç kirlenmeyen tezgah, hiç akıtılmayan musluk, hiç kırışmayan kilim ve yerinden hiç kaymayan sehpa örtüsü, hayatın nabzının çekildiğini haykırıyor dört duvar arasından. Eşyanın ruhu çekilmiş. Pencere pervazlarında çocuk bakışının ışıkları eksik. Kapı aralarından aşina kadın sesi sızmıyor. Koridor daha da daralmış, darlanmış. Canı çekilmiş odaların, yastıkların beyin ölümü gerçekleşmiş. Aynaların yüzü solgun; bakanı yok. Hiç dokunulmamış diş fırçası içimin içinde bir yerlere dokunuyor. Hiç erimeyen sabun gizli sızılarımı köpürtüyor.

Bisikletler köşelerine çekilmişler; boyunları bükük, pedalları suskun. Giyilmeyen küçük terlikler ağlıyor gibi, minik ayakların dokunuşuna hasretler. Buzdolabındaki çikolatalar değecek dudaklar arıyorlar kendilerine. Derin dondurucuda eriyeceği aşklarını özlüyor dondurmalar. Ayakkabılık rahatlamışa benziyor, kalabalığı başından savmış, sakinleşmiş. Çok giyilen ayakkabılar alıp başlarını gitmişler. İçindeki ayaklar başka yerlere basıyorlar, uzak yollara koşuyorlar.

Bilgisayarın tuşlarına dokunurken omuzlarıma çıkan, “bana yesim göstey baba!” engellemesinden kurtuldum. Bu “kurtuluş”un esiriyim şimdi. Omzuma apansız yaslanan o beklenmedik ağırlığın yokluğu çökertiyor omuzlarımı. Seccademin tam orta yerine uzanıp secdelerimi engellemeye çalışan minik bedenin bıraktığı boşluğa koyuyorum alnımı. Boşluğa düşüyor gözlerim. Sabah ayaklarıma dolanan, kapıdan çıkışımı sonu gelmez bir törene dönüştüren o ses yok. Hiç sırası değilken, “Baba, haydi gezmeye gidelim!” diyen ses yok.

Eşim ve çocuklarım bir süreliğine şehir dışında. Acıyla anlıyorum ki, benim varlığım doldurmaya yetmiyor evi. Eşim ve çocuklarımın çekilmesiyle ortaya çıkan o boşluğun çok az bir kısmına denk geliyor cismim. Varlığım “ev”i “yuva” yapmaya yetmiyor. “Ev”i “yuva” yapan o görülmez boşluğun boyutlarını ölçmeye başlıyorum şimdi. Ölçü birimim Sueda Zeynep, Mustafa Ahmed, Mehmed Furkan ve Semine… Onların sıcak ve enis yüzlerince ölçüyorum o boşluğun yüz ölçümünü. Onların seslerinin yankılanmasıyla tahmin ediyorum o boşluğun nerelere kadar uzandığını. Onların hasretlerinin göğsümdeki ağırlığı ile tartıyorum o boşluğun havasını.

“Evim” onlarsız da oluyor ama onların uzaklığınca uzak kalıyorum “yuvam”a. “Evim” onların yokluğunda da ayakta duruyor ama “yuvam” onların kıyılarımdan çekilerek açtığı o derin uçurumun dibinde bekliyor.

Tecrübemle sabit olmuş tavsiyemdir: Bir gün “ev”iniz boş kaldığında, “yuva”nızı keşfe çıkın. Doğrudur; taştan ve demirden yapılır evler; kolayca da bulunur onlar. Ama yuvalar çocuk cıvıltılarının ninnisiyle, kadın dokunuşunun sıcaklığı ile inşa edilir. Kolayca kaybedilir onlar; kolay kolay bulunmazlar…

Senai Demirci

17 Mayıs 2014 Cumartesi

KARI KOCAYA CENNETİ KAZANDIRAN ANLAYIŞ NEDİR?



UZUN DEMEDEN OKUYUNUZ LÜTFEN...

Dinin yol göstericiliğinden istifade etmeyi isteyen aileler, mutlu olur, huzurlu olur, başkalarının şöyle ya da böyle bir hayat içinde oluşları onların mutluluk ve huzurlarına gölge düşüremez.

Çünkü dindarlar dini ölçülerle bakarlar hayatlarına. Din ise mutlu kılacak, mesut edecek anlayışlar sunar kendilerine. İsterseniz geçmiş eserlerden bazı misallerle bakalım aile hayatı anlayışına. Görelim, onlar aileyi ne türlü bir (kader) anlayışıyla ayakta tutmuşlar, nasıl bir muhakeme ve mantıkla yuvalarını yıkılmaktan korumuş, örnek olmuşlar?

Asmaî anlatıyor:

Çölde gidiyordum. Bir çadırın önünde karı koca gördüm. Hanım dış görünüş bakımından güzel, adam ise çirkin, hem de fakir. Yaklaşıp imtihan yollu bir soru sormak istedim.

Dedim ki:

-Hanımefendi, ne şanssız biriymişsin sen. Baksana böylesine bir güzelliğe sahipken böylesine çirkin ve fakir birine düşmüşsün!

Kadın dudaklarını bükerek bana şöyle acı acı baktıktan sonra dedi ki:

-Sen ne kötü adammışsın ki böyle yuvamızı yıkacak sözler söylüyorsun. Bilmiyor musun ki benim evliliğimde bütün selahiyet benim elimde değildir. Kaderin hissesi vardır. Kader ise asla zulmetmez. Böyle hükmetmişse münasip olanı böyledir. Sen diyebilir misin, ?Hanım, kader bu adamla evlendirmiş; ama yanlış yapmış, sana zulmetmiş?

Asmaî diyor ki:

-Diyemem dedim. Kaderin zulmettiğini söyleyemem. Elbette kader adildir. Hükmünde zulüm olmaz.

Öyle ise dedi söyle bakalım.

-Gerçekten de ben iyi biriysem beyimin de iyi biri olması muhtemeldir ki, kader benim gibi iyi birini nasip eylemiş ona. Doğru değil mi bu?

Hanım, bundan sonra da şunları ilave eder sözlerine:

-Şimdi bana düşen, kaderin yazdığı bu yazıya razı olup müşterek hayatımızı cenneti kazanacak şekilde yaşamaktır. Ben beyimdeki olumsuzluklara sabredersem, beyim de benim gibi iyi birine sahip olduğundan dolayı şükrederse, ikimiz de cenneti kazanmış oluruz. Cennet kazandıran evlilikten daha güzel ne olabilir?

Asmaî bunları anlattıktan sonra diyor ki:

-Yuvayı dişi kuş yapar, derler. Ben buna gönülden inandım. Çadırın önündeki bu hanım öylesine bir yuva yapma dersi verdi ki ömür boyu unutamam onun sözlerini.

Evet, Müslümanlarda evliliğe bakış böyle şekillenir.

Böylesine bir sağlam inanç ve anlayıştan sonra yıkılır mı aile? Medya ne kadar cazip görüntüler sergilerse sergilesin. Kötü kimseler ne türlü telkinde bulunursa bulunsun.

Burada Batılıların itirafları geliyor aklımıza.

Diyorlar ki:

-Müslüman toplumda aile çok sağlam, nesil de kolay kolay bozulmuyor bu yüzden.

Evet, bütün mesele bizi biz yapan kültürümüze bağlı kalıp ailemizi ayakta tutan ölçülerimize sadık oluşumuzda.

* İsterseniz bir de aile içinde beyin anlayışından bir örnek sunalım!

Bunu da Ebülleys anlatıyor:

Alimin birinin hanımının çenesi çok düşük, kendisi de beceriksizdi. Ona:

-Ne tutuyorsun bunu, bırak gitsin; dediler.

Şöyle cevap verdi:

-Bırakırsam ikimiz de kaybederiz. O kaybeder. Çünkü benim gibi sabırlısını bulamaz. Ben kaybederim, çünkü sabrım sebebiyle kazandığım bu sevabı bulamam.

Bir ailenin hanımı öyle, beyi de böyle düşünürse elbette bu aile yıkılmaz, yuvasında yeller esmez. Asırlar boyu ayakta durur bütün menfi telkin ve teşviklere rağmen.

23 Mart 2014 Pazar

Mevlana hazretleri ve serhoş



Gece yarısından sonra, Hazret-i Mevlana’nın dergahının kapısı çalınır. Talebeleri açar. Sarhoş bir genç, (Ben Üstad Mevlana’yı görüp, elini öpüp duasını alacağım) der. Talebeler kovsalar da, o gitmez, (Duasını almadan asla gitmem) diye diretir. Talebeler ne yaptılarsa oradan uzaklaştıramazlar. 

Gürültüye Hazret-i Mevlana uyanır, (Ne var, ne bu gürültü?) diye sorar. Talebeleri, Efendim, sarhoş bir genç, duanızı almadan gitmeyeceğini söylüyor derler. 

Hazret-i Mevlana talebelerine, (O, sarhoş kafayla bu saatte bizi bulabilmiş, siz ayık kafayla içeri alamıyorsunuz. Belki samimidir, niye kovuyorsunuz? Talep edeni, ihlasla arayanı kovma yetkimiz yok ki. Ateşten çıkıp gelene, dön tekrar ateşe demeye hakkımız var mı? Bırakın gelsin yanıma) buyurur.

Mevlana hazretlerinin bu sözlerini duyan genç gelir ve ağlayarak, (Hocam benim gibi sarhoş, edepsiz birisi için, talebelerinize sitem etmenize gönlüm razı olmadı. Beni de talebeliğe kabul buyurmaz mısınız? O talebelerin ve sizin hizmetinizde olmakla şereflenmek istiyorum) der. 

Hazret-i Mevlana gencin gözyaşlarını silip der ki:
Evladım hoş geldin aramıza, kimin ne zaman ne olacağı belli olmaz, hangi vesile ile kavuşacağı belli olmaz. Allahü teâlâ âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber efendimize, "Beni talep edene hizmetçi ol" diye emrediyor. Bu yüzden talep edenin haline vaktine saatine bakılmaz, talebine bakılır. Sen bizi Allah için sevip bulmuşsun. Gerçekte talebin biz değil, Allah sevgisine kavuşmaktır. Buna engel olmaya kimsenin hakkı olmaz. Talebelere sitem edişim bu yüzden idi.

22 Mart 2014 Cumartesi

İŞTE GERÇEK BİR GELİN ALAYI

Kanuni Sultan Süleyman vefat etmiş, onun yerine Sultan II. Selim tahta çıkmıştı. Onun hükümdar oluşunu kutlamak için, dünyanın her tarafından elçi heyetleri geldi. Bu arada İran’dan da kalabalık bir heyet geldi. Eskiden beri gösterişe ve olduğundan fazla görünmeye meraklı olan İranlılar, bu sefer 700 kişi ve 1700 yüklü hayvan ile gelmişlerdi. Padişaha bir çok hediyeler getiren bu heyetin başında Şahkulu Sultan Han adında çok nüktedan bir adam bulunuyordu. Sultan Selim, onu ağırlayacak olan kimsenin de ondan aşağı kalır birisi olmamasına dikkat edilmesini istedi ve Şemsi Paşa’yı bu işe memur ettiler. Bundan başka, bu kadar şatafatlı bir heyete karşı Osmanlı devletinin büyüklüğünü ve kudretini de göstermek istiyordu. Onun için büyük bir askeri kıta, elçi heyetini Edirne’ye girerken karşıladı. Hepsi seçme askerlerden kurulu bu kıta, rengarenk elbiseler giymiş ve bunların arasında altın ve gümüşlü silahları pırıl pırıl parlıyordu. Şahkulu, kendisini karşılayan bu haşmetli ihtiram kıtasını görünce, Şemsi Paşa’ya döndü ve:-İşte gerçekten bir gelin alayı! Dedi.Bu sözlerde bir takdir hissi olduğu gibi, Türk askerini kadına benzetmek gibi bir mana da vardı. fakat nüktedanlık bakımından, ondan aşağı kalmayan Şemsi Paşa:-Evet, dedi, Çaldıran’da gelinlerini aramağa giden asker, işte bu askerdir, cevabını verdi.

Ben nasıl olur da gülebilirim?



“Kudüs şehri ve Mescid-i Aksa haçlıların işgalı altında olduğu müddetçe, ben nasıl olur da gülebilirim? Nasıl olur da sevinebilirim ve nasıl olur da istediğim gibi rahat yemek yiyebilirim? Hele gözüme nasıl uyku girebilir?”

Selahaddin-i Eyyubi, rahmetullahi aleyh

21 Mart 2014 Cuma

Suriyeli Çocuklarlardan Bir Söz



"Bizi neden öldürüyorsunuz, ama biz daha çocuğuz"

Bir Söz; Suriyeli Çocuklar

Size ne oldu ki?..



"Size ne oldu ki, birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?"

Kur'an-ı Kerim; Saffat 25 Meali

Gerçek fakirlik...



Vallahi, Kur’ân’dan daha üstün bir zenginlik olmadığı gibi, ondan mahrum olmaktan da daha fakirlik yoktur." 

(Hasan-ı Basri Hazretleri)

Rahat gününde Allah'a yalvar...


"Rahat gününde Allah'a yalvar ki, sı­kıntılı gününde sana icabet etmesi umula..." 

(Ebu'd Derda radiallahu anhu)

Hayırlı Cumalar


Bu Mübarek günde Müslüman'ları dua da unutmayalım...

20 Mart 2014 Perşembe

EKMEK KIRINTILARINI YEMENİN FAZİLETİ



Bakınız hepinize tembih ediyorum 'ekmek kırıntılarını yeyiniz!' Bir ekmek kırığının düştüğünü görsem vallahi billahi alıp temizleyip yiyorum.

Bir adam yolda kölesi ile giderken baktı ki bir ekmek parçası bir pisliğin içinde yanında geçti gitti, ama onu oradan almadığına pişman oldu. Dönüşünde aynı yerden geçmesi gerekti. Baktı ki pislik orada fakat ekmek yok. Acaba ekmek ne oldu diye kölesine sordu. Kölesi: ''Bir ara fırsat bulup onu ben aldım, temizleyip yedim.'' dedi. O zaman o kimse dedi ki: ''Bir cennetlik adam benim kölem olamaz. Seni azad ediyorum. Çünkü Resulullah'tan işittim: ''Bir adam ekmek kırıntılarını toplasa yese cennetliktir.''

Bu müjdeyi unutmayalım. Ekmek kırıntılarını toplayıp hayvanlara versek ne olur derseniz, derim ki onu biz yiyelim, hayvana başka şey verelim. Çünkü hayvan sevap kazanamaz. Ekmek kırıntılarına dikkat etmemekten cin çarpmaları da olur.
Birisi manada Lokman Hekim'i gördü. Lokman Hekim ona: ''Bu gün ismi duyulmadık hastalıklar var ya! onlar ekmek kırıntılarının lağımlara karışmaları sebebiyle oluyor.'' dedi.

İçinde içecek bulunan bir kabın üzerini açık bırakmamalıdır. Velev bir çubukla olsun kapların üstü örtülmelidir. Tam sünnet üzere yaşarsak hiç hasta olmayız.
Edeptir yol asıl Hakka gidelim, Cemali ba kemali seyredelim...

Mahmud Efendi Hazretleri (Kuddise Sirruh) sohbetler kitabından Cilt:1 Sohbet: 24

O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır...


O, ölüden diri çıkarır, 
diriden ölü çıkarır ve toprağa ölümünden sonra hayat verir sizler de işte öyle çıkarılacaksınız! 

(Rum 30/19)

Parçalanıp bölünmeyin...


Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.”
(Ali İmran Suresi 103. Ayet Meali)

Münafıklara en ağır gelen şey...


Münafıklara Sabah ve Yatsı Namazından daha Ağır gelen Hiçbir Namaz yoktur.

(Hz. Muhammed S.A.V)

Güç ve Kuvvet Ancak Allah'tandır!


Güç ve Kuvvet Ancak Allah'tandır!

LA HAVLE VELA KUVVETE İLLA BİLLAH

Fatih Sultan Mehmet Han


Bir gece ansızın gelir, krallığınızı
İmparatorluğuma katarım...

Fatih Sultan Mehmet Han

Hadis-i Şerif


Mü'min az konuşur çok çalışır,
Münafık ise çok konuşur az çalışır!

19 Mart 2014 Çarşamba

Şimdi ağlar bu vatan sana...


Şimdi ağlar bu vatan sana..

Sen yere düştün diye övünür arz

Kanınla yeşerir kainat..

Zalimi ihmal eder mi hiç Allah...

Sen gül ey şehid, ölüm yok sana

Biz gurbetteyiz bak, yakınlık sana!

Burda özleyenlerin varsa orda da yolunu gözleyenler var..

Sabrı bırakıp da yürü ötelere

Bizden selam götür o pak Sevgiliye...

Hadis-i Şerif



”Gafiller arasında Allahü teâlâyı anan, 
Kuru çalılar arasındaki yeşil ağaç gibidir.” 
Hadis i Şerif [Ebu Nuaym]

AVUSTRALYA DEVLETİNE SAVAŞ AÇAN, 2 TANE TÜRK…..


Avustralya İlk resmi savaşını, İKİ TÜRK ile yapılmıştır..

Yıl 1912, İngilizler Hindistan'ı işgal eder… Osmanlı 350 adet Levent ile Hindistan'a Yardıma gider Buradaki savaşlarda 40 kadar TÜRK esir düşer. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar.

ESAS HİKAYE BUNDAN SONRA BAŞLAR….

Gemiden Kaçan İki levent…… Mesleği Dondurmacılık olan Abdullah ve Mesleği Kasaplık olan Mehmet Avustralya'da Kendilerine yeni bir Hayat Kurarlar… İşleri ve kazançları iyidir ama Onların Kulağı sürekli Anadolu'da ve Memleketlerindedir…
Dünya kaynamaktadır… Balkanlar, ortadoğu ve İngilizlerin işgal ettiği Türk Yurtları….
İşte Tam Bu sırada (1915) Avustralya Hükümeti, İngilizlerle birlikte Çanakkale'ye ASKER çıkarmaya karar verir ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşarak, durum değerlendirmesi yaparlar.

Biz TÜRK askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler.

Alırlar kağıdı, kalemi ve yazarlar:

Sayın Avustralya Yetkilileri…. (İngilizlerin sömürgesi olduğu için Dönemin Sömürge VALİSİ)
Biz iki TÜRK askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki TÜRK askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız. Bu bir “Osmanlı Savaş Fermanı “dır. Avusturalya’ya duyurulur....
Avustralyalı yetkililer Bu mektubu alırlar, Okurlar ama Ciddiye almazlar……

Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney’ in 250 km uzağında Karlıdağlar denilen bölgede siper alırlar… Dondurmacı Abdullah'ın Beyaz Gömleği vardır, Kasap Mehmet'inde Kırmızı Önlüğü GÖMLEK VE ÖNLÜĞÜ SÖKEREK 3 HİLALLİ BAYRAĞI DİKERLER bu bayrak ile DÜŞMANA SAVAŞ AÇARLAR……
Avusturalyalı Yetkililer, Tren ile asker toplayıp limanlara sevketmektedir. Limanlara gelen Asker ve Mühimmat Gemilerle ÇANAKKALE'YE sevk edilmektedir, önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar.

Ne olduğunu bir turlu çözemeyen Avustralyalılar, sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye TREN ile 250 kadar asker gönderirler…. İKİ TÜRK kendilerine savaş açmıştır… Bu savaş Avustralya'nın İlk Resmi savaşıdır… Çaresiz Kalan Avustralya devleti İlk resmi savasına girer, Karşı tarafta İKİ TÜRK... Tren ile gelen 250 kadar Avustralya askerini Pusuya düşüren İki BABAYİĞİT
 Trene saldırır ve iki Osmanlı askeri 60 kadar Avustralya askerini öldürür… Çok şiddetli çatışmalar sonucunda, İKİ ANADOLU ASLANI bu karlı dağlarda şehit Düşer….

İki askerin şu an mezarı Sidney’e 250 km uzakta (White Rock) Karlıdağlar’da... Mezarlarında NUR İÇİNDE YATSINLAR…

Bu iki yiğitin hakkını Teslim eden Avustralya o bölgeye Türk Kayalıkları ismini vermiştir.

Çocuktan Öğrenilecek Üç şey...


Bir çocuğun bir erişkine her zaman öğreteceği üç şey vardır;
Nedensiz yere mutlu olmak,
Her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak
ve
Elde etmek, İstediği şeyi var gücüyle dayatmak...

Ya Rab...



Bahşeyleyip günahımı mesrûr eder misin?

Ya Rab harâp kalbimi ma'mûr eder misin?

Bir insan, ne kadar kötülük işlemiş olursa olsun...



Bir insan, ne kadar kötülük işlemiş olursa olsun, yine de gönlünde iyi bir insan olmak özlemini duyar. İnsanın hidayete gelme arzusundan, yüreğinde bu güzel duygunun uyanmasından ümidimizi kesmememiz gerekir. Çöplükte bir gülün gülümsemesi, sisler içinde bir güneşin görünmesi her zaman mümkündür.

(İmam-ı Gazali)

Korkuyorum, bir kere inanırsam bir daha başımı secdeden kaldıramam diye…


Necip Fazıl, Abidin Dino’ya sormuş:

- “Niçin inanmıyorsun?”

Abidin Dino, kendisine kaybettiren ama başkalarına çok şey kazandıran şu cevabı vermiş:

- “Korkuyorum, bir kere inanırsam bir daha başımı secdeden kaldıramam diye…”

“Yani, siz öyle bir Allah’a inanıyor, öyle azametli, öyle merhametli bir Zat’tan bahsediyorsunuz ki, eğer öyle bir Allah varsa, değil O’na itaat etmemek veya günah işlemek, O varken başımı secdeden kaldırmaya bile haya ederim, o cesareti kendimde bulamam” diyor.

Bu nasıl akıllara ziyan bir hesaplamadır; nasıl bir güzellik anlayışıdır....


Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi onunla evlenmek ister.

Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsca’da “Güneş ve Ay” anlamına gelir. Kızla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar Sinan’dır.

Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir.

Koca Sinan evlidir, ellisindedir ve de Mihrimah Sultan’a deliler gibi aşıktır!
Gerçi sevdiğine kavuşamamıştır ama, aşkını, olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır.

Üsküdar’a, Saray’ın isteğiyle elbet, 1540 yılında Mihrimah Sultan Camii’nin temelini atar ve 1548’de bitirir.

Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir.

Derken, ilk kez padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan’a.

Cami küçücüktür.

Minaresi otuz sekiz metredir, bir adet incecik kubbesi üzerindeyse yüz 61 pencere, camiin iç güzeliğini aydınlatır.

İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler Mihrimah Sultan’ın topuklarını döven saçlarını anımsatır insana.

İşte, aşka adanmış iki eser.

Şimdi, gidin Edirnekapı ve Üsküdar’daki camileri aynı anda görebileceğiniz bi yer seçin ve 21 Mart’ta, yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde seyreyleyin.

Unutmadan, 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür.

Göreceğiniz manzaraysa şudur;

Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar!

Mihrü Mah eşittir Güneş ve Ay.
Bu nasıl akıllara ziyan bir hesaplamadır; nasıl bir güzellik anlayışıdır ....

18 Mart 2014 Salı

Biri arkandan çağırınca


Biri arkandan çağırınca ona kulak verme! Çünkü arkalarından ancak hayvanlar çağırılır.
İmam-ı Âzam (rahimehullah)

Geldiler ama Geçemediler...



Çanakkale Zaferini kazandıran Manevi Ruhun ve Şuurun yaşatılması Duasıyla tüm Şehitlerimizi ve Ecdadımızı Rahmetle ve Minnetle anıyorum...

17 Mart 2014 Pazartesi

Yahya Efendinin Kanuni'ye Ağır Sözü



Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi Yahya efendi, bir gün atıyla giderken iki tane papaz yolunu keser. Atın yularlarını tutup, Papazlar der ki:

- Ya Şeyh, sizin dininizde ölmüşlerden vergi almak var mıdır? 
- Hayır böyle bir şey yoktur.
- Ama sizin sultanınız bizim ölülerimizden bile cizye alıyor bu nasıl oluyor?



Bunun üzerine Yahya efendi hemen padişaha bir mektup yazıp, "Oturduğun o taht sana haram olsun, başına geçsin. Zulmün ölülere bile ulaştı. Bu yaptığın zulüm nedir? Derhal o tahtı terk et" diye çok ağır şeyler söyler. 



Koskoca Padişah bu mektubu alır almaz derhal yanındakilerle beraber yola çıkıp Yahya efendinin dergahına gelir. "Abiciğim, hayırdır ne suç işledim acaba?" diye sordu.Yahya efendi, "Daha ne olsun memurların gayri müslim vatandaşların ölmüşlerinden bile cizye alıyor. Böyle zulüm olur mu?" 



Padişah hemen yanında bulunanlara sordu ve kayıtların beş senedir yenilenmediğini anladı. Rengi sapsarı oldu. Derhal kayıtları yenilettirdi. Fazla alınanların hepsini iade ettirdi, helallik diledi.



Bu arada da tahta oturmadı, tekrar Yahya efendiye gidip, "Şimdi tahtıma oturabilir miyim?" diye sordu. O da "Git artık nasıl oturursan otur” buyurdu.

Zengin ne kadar zengin?



İbrahim Edhem hazretlerine adamın biri bir miktar para hediye vermek ister. 
- Ben zenginin verdiğini alırım. Fakirsen verdiğini almam. 
- Zenginim efendim.

- Kaç altının var? 
- İki bin altınım var. 

- Bu paranın dört bin olmasını ister misin? 
- İsterim. 

- Altı bin olmasını ister misin? 
- Elbette isterim. 

- Yani ne kadar çok olursa daha fazlasını istersin öyle mi?
- Elbette efendim.

- Sen hani zengindin? Bayağı fakir biriymişsin. Zengin olsan daha fazlasına ihtiyacın olmazdı. Git bunları da o paralarının üzerine koy da biraz artsın. 

Sakın insanların içine girme yoksa...



Harun Reşid, Behlül Dânâ’nın kulübesine gelir ve ona insanlardan niye kaçtığını, saraya niçin gelmediğini sorar. Behlül susar. Harun Reşid saraya gelmesi için çok ısrar edince, (Danışmam lazım) der.

Harun Reşid, (Kime istiyorsan danış) der. 

Behlül kulübeden çıkar. Bitişikteki helaya yönelir ama girdiği gibi geri gelir. (Danıştım, tavsiye etmiyorlar) der. Harun Reşid şaşırır, (Anlayamadım, kime danıştın, neyi tavsiye etmiyorlar?) diye sorar. 

Behlül der ki:
Heladaki pislikler lisan-ı hâl ile dediler ki: “Sakın insanların içine girme. Bak biz, taze meyveler, has ekmekler ve nefis kebaplar idik. Bir kere insanların içine girdik böyle olduk. Sen, sen ol onlardan uzak dur!”

Ramazan'a hürmetin karşılığı ebedi Cennet


Bir Ramazan günü idi. Müslüman mahallesinde oturmakta olan bir Mecusi’nin küçük çocuğu, oruçlu müslümanların arasında ekmek yiyordu. Babası, çocuğun bu yaptığını görünce, (Oğlum Müslümanların arasında yemek yenir mi? Onlar bu günlerde oruç tutarlar, bu günler onların mübarek günleridir, saygı göstermek lazım) diyerek azarladı ve (Git evde ye) diyerek çocuğu eve gönderdi. 

Bu olaydan birkaç sene sonra bu Mecusi öldü. Ölümünden sonra o şehirdeki bir müslüman rüyasında bunu Cennet-i âlâda gördü. Mecusiye, (Nasıl oldu da bu nimete eriştin! Biz seni Mecusi bilirdik. Hatta öldüğün zaman, cenaze namazını bile kılmadık) dedi. 

O da şu cevabı verdi: 

“Evet! Doğru söylüyorsun. Ben bir Mecusi idim. Fakat bir gün küçük oğlum, müslüman mahallesinde, onlar oruçlu olduğu halde yemek yiyordu. Ben çocuğun onların gözleri önünde ekmek yemesine müsaade etmedim. Müslümanların hürmet ettiği bir şeye, ben de hürmet ettiğim için; Cenab-ı Allah, hasta yatağımda beni Müslüman olmakla şereflendirdi. Müslüman olarak öldüğüm için bu nimete kavuştum.” 

Hergün getirilen Salavata Efendimiz (s.a.v)'in Selamı



Borcunu ödeyemeyen bir fakir, Ravza-i Mutahhara'ya gelip: (Ya Resulallah, şefaat buyur, borcum var ödeyemiyorum) diye hâlini arz etti. Az sonra uyku bastırdı, uyuyakaldı. Rüyasında Peygamber efendimizi gördü.

Efendimiz aleyhisselam, (Falan yere git, orada şöyle bir zengin var, ona selamımı söyle, borcun kadar parayı iste. Doğru söylediğine delil isterse, her gün bana 100 salevat getirmeden yatmazdı, dün unuttu.. Onu hatırlat da bu akşam getirsin) buyurdu. 

Heyecanla uyanan adam, zengin adamı araya araya buldu. Adamın evine vardığında onu, samanlıkta saman elerken gördü. Adam samanın içine beş kuruş düşürmüş onu bulmak için bütün samanı elekten geçiriyordu. Onun bu hâlini görünce taaccüp etti ama, yine de ben vazifemi yapayım diye, Resulullahın selamını tebliğ etti: 

“Resulullahın sana selamı var. Salevat getirmeyi dün akşam unutmuşsun, bu akşam söylesin buyurdu. Ben ise borçlu bir kimseyim, benim 300 dirhemlik borcumu ödemeniz için Peygamber efendimiz beni sana gönderdi” dedi. 

Peygamber efendimizden selam gelmesi, adamın çok hoşuna gitmişti. Ne dedi, ne dedi diye adama üç defa tekrarlattı. Adam benimle alay mı ediyorsun diyerek gerisin geriye döndü. Fakat zengin olan, hemen önünü kesti, (Ben senin ağzından Resulullah efendimizin selamını daha fazla duymak için üç defa tekrarlattım. Her söylemene 300 dirhem veriyorum. Eğer daha fazla söyleseydin her biri için 300 dirhem verecektim) dedi ve adama 900 dirhem verip gönderdi. 

Bir'e razı olan Bin'i bulur


Bir gün Efendimiz (sav): -Ya Ali (r.a), seni bir kabileye gönderiyorum, onlara İslam’ı anlatacaksın, buyurdu...
-Ya Resulallah koskoca kabilede beni kaç kişi dinler ki? diye sorunca buyurdular ki:
-Seni tek kişi dinlesin yeter. Bir ferdi irşad etmekle bin ferdin hidayetine vesile olabilirsin! Sen o bir ferdi bul sana yeter!
Bunun üzerine, tek kişi de dinlese yeter, diyerek kabileye giden Hz. Ali (r.a), İslam’ı anlatmaya başladı. Birer ikişer başına toplanan kabile halkı dediler ki:
-Biz imanımızı burada değil bizzat Resulullah’ın huzurunda ilan etmek istiyoruz, sen bizi O’na götür.
Hep birlikte Medine’ye geldiler. Efendimiz (sav) tebessümle karşıladıktan sonra buyurdu ki:
-Ya Ali! ‘Bir’e razı oldun Allah (cc) sana bini verdi. Bir’e razı olmasaydın bu bini getiremezdin buraya!

RESÛLULLAH (S.A.V)'İN MÂNEVÎ EVLÂDI


Ali Semerkandî hazretleri, tahsîlini tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerremeye gitti. Kâbe-i muazzamada yıllarca imâmlık yaptı. Mânevî bir işâret ile Medîne-i münevvereye geldi. Orada Resûlullah efendimizin mübârek türbelerinde yedi sene kadar türbedârlık hizmetinde bulundu. Bir gün rüyâsında, Peygamber efendimizin kerîmeleri Fâtımâ vâlidemizi gördü. Rüyâda; “Yâ Ali! Resûlullah’ın huzûruna git. Seni mânevî evlatlığa kabûl buyuracak!” dedi. Ali Semerkandî uyanınca, hemen Resûlullah’ın mübârek huzûruna koştu. Mübârek kabrinin karşısına geçip, diz üzerinde edeble oturdu. Başını önüne eğerek, murâkabe hâlinde beklemeye başladı. Bir müddet sonra Ravda-i mutahharadan Resûlullah efendimizin; “Buyur yâ Ali! Seni mânevî evlâdım olarak kabûl ettim. Kıyâmete kadar bu mûcizem bâkî kalsın. Yâ Ali! Öyle bir beldeye git ki, fakirlikleri sebebiyle beni ziyâret edemeyen ümmetim, seni ziyâret etsinler. Sen benim evlâdım olduğun için, sana yapılan ziyâreti bana yapılmış gibi kabûl ederim” mübârek sözlerini işitti. Hemen yola çıkarak, Ankara’nın Çamlıdere havâlisine geldi. (Çamlıdere’nin eski ismi Şeyhler olup, bu zâta izâfeten verilmişti.
Çamlıdere’ye bir derviş kıyâfetinde gelen Ali Semerkandî, oradaki insanların çok fakir olduğunu görerek, işâret buyurulan yerin burası olduğunu mânevî keşf ile anladı. Buradaki insanların irşâdı için çalıştı...
Ali Semerkandî hazretleri vefatına yakın buyurdu ki:

“NEFSİ TANIYAN ÇOK AZDIR!..”
“Kulluk esâsının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak şöyle dursun, varlığını kabûl edenler dahi kıymetli kimseler olarak kabûl edilir. Allahü teâlâ, nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu bir şey yaratmadı. İrfan sâhipleri için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez. Nefsini tanıyabilen, her tarafı emin olan, tehlikelerden korunmuş bir kal’aya sığınmış olur. Tanıyamayan, hattâ anlamak istemeyen için tehlike büyüktür. Onu anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan, mârifet sâhibi olunmaz...”

16 Mart 2014 Pazar

Koca Fatih'in tercihi

Şeyhim Akşemseddin Hazretleri İle Beraber Yaptığım Zikrin Lezzetine Dünyaları Bile Değişmem. Eğer Şeyhim İzin Verseydi Zikir Yolunu Tercih Eder, Saltanatı Terk Ederdim. (Fatih Sultan Mehmet Han)

Mutezile, Cebriyeci ve Ateist, imam-ı A'zam'a karşı

İmam-ı a'zam hazretlerine bir ateist, bir mutezile, bir de cebriyeci üç kimse gelir. Ateist sorar:
(Allah varsa, var olan görülür. Varsa ispat et.) Akılcı olan mutezile sorar:
(Cehennemde ateş var. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Şeytana ceza vermek mümkün mü?)Cebriyeci de sorar:
(Sen ise irade-i cüziyye var diyorsun. Her şeyin hâlıkı Allah iken insan ne yapabilir ki?) 
İmam-ı a'zam hazretleri, yerden 3 avuç nemli toprağı top gibi yapıp, her topu birine atar.
Üçü de, durumu kadıya şikayet eder. Kadı niye çamur topu attığını sorar.

İmam-ı a'zam hazretleri der ki:
Bunlar bana soru sordu ben de cevap verdim.Ateist, Allah varsa, var olan şeyin görünmesi gerekir demişti. Toprak başımı acıttı dedi, madem ağrı var, ağrıyı göstermesi lazımdır. Ağrıyı bile göremeyen Allah’ı nasıl görebilir ki? Ateist akılsızdır, aklı varsa göstermesi gerekir. Ruh da akıl gibi görünmez, ama yaptıklarından anlaşılır. Kâinatın var olması da onun bir yaratıcısının olmasını gerektiğini gösterir.

Mutezile
 olan ise, topraktan yaratılmış olduğu halde, çamur toptan etkilendi. Toprak topraktan etkilendiğine göre ateş de ateşten etkilenir. Demir testeresi demiri kestiği gibi, ateş de ateşi yakar.

Cebriyeci
 ise, (Allah her işi zorla yaptırır) diyordu. O zaman o toprağı Allah attı, bu beni niye şikayet ediyor? Kendi kendini yalanlamış oluyor